Kaş-antalya-2012 yaz
Kıyıya doğru yaklaşıyorduk. Yalnız değildim. Ama
içimde o kadar yalnızdım ki o an.
Çok uzun zaman önceden beri hakkında duyduğum,
kafamda bir efsaneye benzer bir yaşamda yaşadığını kurduğum biriyle
tanışacaktım. Toplum normlarını reddetmiş uçlardaki yaşamıyla yüceleştirdiğim
biri. Tekneden kıyıdaki ilginç yerleşim yerine bakarken, haşin esintiyle saçlarım uçuşuyordu. Sadece deniz yoluyla
ulaşılabilen Simena, süs bebek gibi duruyor karşımda. Turistler tarafından tüm gizemi yağmalanmış ve
bir süs bebeğe dönüşmüş…Pek umursamıyorum. Çünkü orada keşfetmek
istediklerim başka. Tekneden iniyoruz. Hızlıca çıkıyoruz merdivenleri. Evinin yerini
tam olarak bilmediğimiz Hatice’yi bulmaya. Merdivenlerin köşesindeki yazma
satan kıza soruyoruz. Hemen tarif ediyor Hatice’nin evini. Yaklaşık 100 haneli
bir yerde herkesin birbirini tanıyor oluşuna çok da şaşırmıyorum tabiî ki.
Yakıcı güneşin altında patikalardan yürüyerek eve ulaşıyoruz. Bahçe kapısındaki
ahşap kapıyı tıklatıyoruz, bir süre
sonra açılıyor. Seviniyoruz, evdeler. Yaşlı teyzesiyle Hatice aşağıdaki koy
manzarasına bakan çardaklarına buyur ediyorlar bizi. Vaktimiz az. Onların ise
sonsuzluk gibi hissedecekleri kadar vakitleri var. Yaşanamayacakların acısı var
Hatice’nin yüzünde.
Mevlüdünü yaptık diyor Ozan’nın, o günün çok
kalabalık ve iyi geçtiğinden bahsediyor. Bize de helvadan ikram ediyor.
‘Buraya gelirdi yazları. Onunla çok vakit geçirdik.
Küçük bir salımız var, onunla çıkardık denize. Sakin bir çocuktu. Çok akıllı ve
dingindi.’ bir anda konuşmaya başlayan Hatice'nin ağzından dökülen ilk cümleler oluyor.
Annemle babama bakıyorum, sessizler. Ben ise
şaşkınım. Hatta meraklıyım. Başkalarının acıları her zaman merak uyandırır. Bu
inkar edilemez bir gerçektir. Tüm dikkatimle onu dinlemeye devam ediyorum.
'Ozan farklıydı. Abisi gibi değildi. O, bir türlü
alışamamıştı gençlik sonrası hayata. Hep huzursuz ve agresifti. Ozan öyle
değildi. Kabullenmişti hayatı. Kendi iç huzuru vardı. Kendine ait bir huzuru
vardı. Onunla en son burada 1.5 2 ay geçirmiştik…'
Bir damla gözyaşı dökülmemişti Hatice’nin
gözlerinden. Halbuki acısı tazeydi. Kimse daha fazlası için tek bir soru
sormuyordu. Merak ettiğimiz onca soruyla sessizce duruyorduk. Belki de 10larca
kez ben de denize girmiştim benim yaşlarımdaki Ozan’ın ardında binlerce bilinmeyen
bırakarak gittiği o koyda. Ürperiyorum.
'Gel sana kara daşı göstereyim' diyor Hatice’nin
teyzesi. Gülümseyerek kalkıyorum yerimden. 4-5 basamak iniyoruz pembe
çiçeklerin arasından. İnanamıyorum gördüklerime. Sağ tarafımda Likya dönemine ait ev tipi kaya mezarı,
Hatice’nin bahçesinin içinde.
'Bir kara daşdır, herkes bunu görmeye gelip durur.' Hatice’nin teyzesi Demre yöresine özgü şivesiyle ve yaptığı yorumla bir kez daha
beni gülümsetiyor.
Şöyle bir aşağıya, koya bakıyorum. O kadar güzel ki…
Ama aklım hala Hatice’nin anlattıklarında. Kendi melankolimde düşünüyorum. Hep
huzursuz ve agresif olmayı ya da kabullenmişliği.
'Hadi artık gitmemiz gerek. Tekneye yetişmemiz lazım' diyor babam. Aceleyle vedalaşıyoruz.
Hatice’ye bir yaz oraya gelip, kalmaya söz vererek ayrılıyorum. Hızlı hızlı
patikalardan inerken Ozan’ı anlamaya daha yakın hissediyorum kendimi. Onun ulaştığı sakinliği hayal ediyorum. Kendimi kendime daha yakın hissederek
ayrılıyorum Simena’dan.